Siyasi Coğrafya
SİYASİ COĞRAFYA
AVRUPA BİRLİĞİ VE GİRİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE
GİRİŞ
Bütünleşme tarihsel bir olgudur. Tarih boyunca, insanlar çeşitli yapıdaki devletlerin çatısı altında bir araya gelmişlerdir. Devletlerin pek çoğu, siyasal ve sosyal açıdan birbirlerinden çok farklıdır. Ancak yine de, farklı yapıdaki devletleri kuran insanları bir araya gelmeye zorlayan nedenler bulunmaktadır.
Avrupa kıtası, bütünleşme olgusunun incelenmesi için gözlem yapılabilecek en uygun coğrafya parçasıdır. Zira, devletlerin parçalanmasına yol açan savaşlar ve bir araya gelmesini sağlayan "bütünleşme hareketleri", Avrupa kıtasında birbiri ardından ortaya çıkmıştır. Avrupa kıtasındaki bütünleşme hareketlerinin temel nedeni, çoğu kez büyük savaşlar olmuştur. Bu açıdan yaşlı kıta, bütünleşme hareketleri ile savaşların birlikte yaşandığı, hatta aralarında sebep sonuç ilişkilerinin gözlemlendiği bir alandır.
Öte yandan, Avrupa bütünleşmesi, özellikle Soğuk Savaş sonrası gelişmelerle birlikte, hiçbir bütünleşme hareketinin ulaşamadığı kadar ileri bir düzeye gelmiştir. "Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu" ile yola çıkan "Avrupa hareketi", AET'nin kurulmasıyla önce "Ortak Pazar", sonra "Avrupa Topluluğu" haline gelmiş, bugün ise Maastricht Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi ile "Avrupa Birliği" adını almıştır. Söz konusu bütünleşme hareketinin gelişimini ve geldiği yeri, bu hareketin çeşitli aşamalarda taşıdığı isimlere bakarak ve bu isimlerdeki değişimi gözlemleyerek bile anlamak mümkündür.
Avrupa bütünleşmesi, nitelik itibariyle bir yandan, kendisini oluşturan ulus devletlerin varlığına saygı gösterirken, öte yandan ulus devletlerin yetki devri ile oluşturdukları, "uluslarüstü" bir niteliğe ulaşmıştır. Avrupa Birliği, "uluslarüstü" özelliğe sahip bir örgüt olduğundan, dünyada örneği olmayan bir bütünleşme modelidir.
Avrupa bütünleşmesi olgusu değişen konjonktüre bağlı olarak yerini genişleme olgusuna bırakmıştır. Bu genişlemenin Türkiye'nin aday ülke ilan edilmesiyle son aşamasına geldiği değerlendirilmekle birlikte zaman içinde koşulların değişebileceği unutulmamalıdır.
Tam üyeliğe adaylığı yakın zamanda kabul edilen, Avrupa Birliği'ne giriş sürecindeki Türkiye'de, ulusal bilincin oluşturulması için Avrupa Birliği'nin tam olarak neyi ifade ettiği, yapısı, kurumları, politikaları, tarihi gelişimi, tam üyeliğin getirecekleri, her kesimin üzerine düşen yükümlülükler doğru olarak aktarılmalıdır. Geçiş dönemi olarak kabul edilen adaylık süreci ancak bu şekilde kısaltılabilir.
Bu amaç doğrultusunda hazırlanan bu çalışmada; Avrupa Birliği'nin yapısı, genişleme süreci, Türkiye'nin adaylık statüsünün incelenmesi, katılım ortaklığı belgesi, Türkiye'nin hazırladığı ulusal program, programda yer alan kaçakçılık ve organize suçlar ile ilgili bölümler ve AB tarafından kabul edilen bazı önemli eylem planları ele alınacaktır.
AVRUPA BİRLİĞİ VE KURUMLARI
Avrupa Birliği "uluslar üstü bir birim" olarak tanımlanır. Merkezi Brüksel'dedir. Üye devletler; ulusal egemenliklerinin bir bölümünü AB kurumlarına devretmişlerdir. Ortak çıkarları doğrultusunda, egemenlik haklarının ortak yönetimi yoluyla birlikte çalışırlar. Birlik ayrıca "yetki ikamesi" ilkesine göre işler.
AB'nin kavram açısından yeni ve yetki dağıtımı açısından benzersiz olan yönetim sistemi; kendinden önceki bütün ulusal ve uluslararası modellerden farklıdır. AB'nin temelleri bir anayasaya değil, egemen devletler arasındaki antlaşmalara dayanır. Bütün AB vatandaşlarını doğrudan bağlayıcı yasalar çıkarma yetkisi, Birliği uluslararası kuruluşlardan ayırır.
Mevzuat; erişilecek hedeflere göre yönetmelik, yönerge, karar, tavsiye ve görüş olmak üzere çeşitli biçimler alır:
1. Yönetmelik (regulation) bütünüyle bağlayıcıdır. AB'nin her yerinde zorunlu olarak ve doğrudan uygulanabilir niteliktedir.
2. Yönerge (directive), üye devletlere yönelik olarak çıkarılır. Erişilecek sonuç açısından bağlayıcıdır. Üye devlet sonuca erişme yöntemini seçmekte serbesttir.
3. Karar (decision), bütünüyle bağlayıcıdır. Muhatapları; üye devletler, gerçek ve tüzel kişilerdir.
4. Tavsiyeler ve görüşler bağlayıcı değildir.
AB'nin örgütlenmesi evrimseldir. Avrupa'nın giderek birleşmesini sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Henüz son biçimini almamıştır.
Avrupa Birliği (AB) tıpkı bir ulusal devlette olduğu gibi, birbirinden bağımsız yasama, yürütme ve yargı organlarıyla donatılmıştır. Bu organların uluslar üstü yetkileri vardır. Topluluk organları Roma Antlaşması'nda belirtilen kurumlarla sınırlı kalmamış; zaman içinde gerekli görüldükçe bunlara yeni kurumlar eklenmiştir. Birlik günümüzde 5 kurum tarafından yönetilmektedir. Ayrıca Avrupa Doruğu, finansman organları ve diğer kuruluşları vardır.
I -YÖNETİM ORGANLARI
Birliğin yönetim organları; Avrupa Birliği Konseyi, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Adalet Divanı ve Sayıştay'dır.
A- Avrupa Birliği Konseyi
Maastricht Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonra, Konseyin resmi adı, "Avrupa Birliği Konseyi" olmuştur. Daha önce "Bakanlar Konseyi" deniyordu.
Temel Fonksiyonu, Yetki ve Sorumlulukları: Birliğin karar organıdır. Yürütme yetkileri de vardır. Esas görevi; üye ülkelerin genel ekonomi politikalarının uyumlaştırılmasını ve Roma Antlaşması ile öbür artlaşmaların amaçlarını gerçekleştirmek, uygulanmasını sağlamaktır. Bu çerçevede ortak politikalara ilişkin temel kuralları belirler.
AB'nin yasalarını çıkarır: Komisyonun önerilerini temel alarak, uygulanacak politikalarla ilgili yasal düzenlemeler yapar ve kararlar verir. Öneriler ancak Konseyin onayından sonra uygulamaya konabilir.
Oluşması: 15 üye devletin ilgili bakanlarından oluşur. Toplantılara Komisyondan en az bir üye daha katılır.
İç Örgütlenmesi: Konsey toplantılarına katılan bakanlar, görüşme konusuna göre değişir: Örneğin, konu maliye ise AB'nin maliye bakanları (Maliye Konseyi) toplanır. Eğer sanayi politikası ele alınacaksa, sanayi bakanları; tarımsal fiyatlar ele alınacaksa tarım bakanları (sırasıyla Sanayi Konseyi ve Tarım Konseyi) toplanır.
En "kıdemli" konsey, "Dışişleri Bakanları Konseyi"dir. Son yıllarda "Genel İşler Konseyi" olarak anılan bu kurul; dış ilişkilerden, ortak dış politika ve güvenlik politikası çerçevesinde dış politikadan sorumludur.
Ancak öbür alanlardaki ivedi konuları da görüşebilir. Ayrıca diğer konseylerin çalışmalarını koordine eder. AB Doruğunun 6 ayda bir düzenlenen toplantılarının hazırlığını yapar.
Çalışma Yöntemi : Bir Komisyon önerisi olmadan, karar alamaz. Alınan kararların, genellikle birbiriyle çatışan ulusal çıkarlar arasında denge kurucu nitelikte olmasına dikkat edilir. Belli bir konuda görüşme yapılırken, her üye bakan; kendi ülkesiyle ilgili sorunları dile getirir. Bakanlar; bir yandan kendi ülkelerinin çıkarlarını temsil edip savunurken, bir yandan da AB'ni başarıya ulaştıracak uyuşmaları sağlamaya çalışır.
Konsey başkanlığını her üye ülkenin hükümeti -ülke adlarının alfabetik sırasına göredönüşümlü olarak üstlenir. Süresi 6 aydır.
Konsey'de ağırlıklı oy usulü geçerlidir. Buna göre, Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere 10'ar; İspanya 8; Belçika, Yunanistan, Hollanda, Portekiz, 5'er; Avusturya, İsveç 4'er; Danimarka, Finlandiya, İrlanda 3'er; Lüksemburg 2 oy sahibidir.
İlişkileri : Komisyon'dan öneriler alır. Yasal düzenleme tasarılarını kabul etmeden önce, Avrupa Parlamentosu' nun görüşünü alır.
Avrupa Doruğu “Avrupa Zirvesi" de denir.
Temel Fonksiyonu, Yetki ve Sorumlulukları : Birliğin en üst düzeyde yetkili politik organıdır. Birliğin temel politik ve stratejik eğilimlerini belirler. Başlıca rolü, AB'nin gelecekteki gelişmesi için politika önceliklerini belirlemektir. AB Konseyi'nin bir çözüme varamadığı konularda kararlar alır. Siyasal ve ekonomik konularda kılavuzluk eder, yapıcı uyarılarda bulunur, dış ilişkilerde birliğin ortak tavrını belirler.
Oluşması : Avrupa Tek Senedi ile kurumsallaşmıştır. İlk kez 1975'de toplanmıştır. Devlet ve hükümet başkanları ile Komisyon başkanından oluşur.
Çalışma Yöntemi : Yılda en az iki kez toplanır. Başkanlık üye devletlerce sırayla üstlenilir. Süresi 6 aydır. Mali konular dışında bütün kararlar çoğunlukla alınır.
B-Avrupa Komisyonu
Temel Fonksiyonu, Yetki ve Sorumlulukları: AB'nin temel yürütme organıdır. Ortak pazarın iyi işlemesinden ve gelişmesinden sorumludur.
AB politikalarına ilişkin ilk adımı atma yetkisine sahip olan tek kurumdur. Yeni politika önerileri hazırlar. Mevzuat önerilerinde bulunur.
Konsey'in aldığı kararları, kararlaştırılmış politikaları uygular.
AB hukukunun (kurallarının) doğru olarak uygulanmasını gözetir. AB antlaşmalarını ve bunlardan doğan yasal düzenlemeleri uygular. Yönergelerin ulusal yasalara aktarılmasını denetler. Antlaşmalar çerçevesindeki yükümlülüklerini yerine getirmediğine, AB kurallarını çiğnediğine inandığı kişiler, şirketler ve üye devletlere karşı yasal işlemleri başlatır. AB'nin yıllık bütçe tasarısını hazırlar. Yönergeler çıkartır. Konseye önerilerde bulunur, kararlarının taslağını hazırlar.
Oluşması : Komisyonun 20 üyesi vardır. Nüfusu fazla olan beş ülke (Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya) Komisyona ikişer üye, öbür ülkeler birer üye verir.
Komisyon üyeleri; ulusal hükümetlerce gösterilen adaylar arasından, Konsey tarafından atanırlar. Komisyonun bir bütün olarak atanması, Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanır. Üyeler süre sonunda yeniden atanabilir. Üyelik süresi 5 yıldır.
Çalışma Yöntemi: Antlaşmaların sağladığı güç ve Konseyin verdiği yetkiler nedeniyle, önemli bir özerkliğe sahiptir.
Üyeler; kendilerini aday olarak gösteren ulusal hükümetlerden bağımsız olarak, Birliğin çıkarlarını temsil ederler. Başka bir deyişle, kendi ülkelerinin çıkarlarını değil, Birliğin çıkarlarını gözetip savunmakla yükümlüdür.
Her üyeye bir veya birkaç politika alanında sorumluluk verilir. Üyelere küçük bir danışmanlar grubu yardımcı olur.
Komisyonun merkezi Brüksel'dedir. Üyeler haftada bir kez toplanır. Toplantı kapalı oturum olarak gerçekleşir. Kararlar oy çokluğuyla alınır.
İç Örgütlenmesi : Komisyon 25'i aşkın "genel müdürlük" ve idari servisler hâlinde örgütlenmiştir. Genel müdürlüklerin her biri ayrı bir sosyal konuyla ilgilidir. Çok sayıda komite, çalışmalarına yardımcı olur.
İç ve Dış İlişkileri : Bakanlar Konseyi'ne öneriler sunar, uygulamalar hakkında bilgi verir. Parlamentoya karşı sorumludur.
Uluslararası ticaret görüşmelerinde Birliği temsil eder. Uluslararası antlaşmaları Birlik adına yürütür.
C- Avrupa Parlamentosu
Temel Fonksiyonu, Yetki ve Sorumlulukları : Başlıca denetim organıdır. Yasa çıkaramaz; ancak bu alanda önemli rol oynar. Yasama gücü, ulusal parlamentolarınkinden daha azdır. Özellikle Maastricht Antlaşması ile ortak karar usûlünün kabulü sonucunda, yasama alanındaki rolü gittikçe güçlenmiştir.
Yasal düzenleme tasarılarını inceler. Güncel konuları tartışır. Komisyon'u ve Konsey'i denetler. Bunu program ve raporları tartışarak, yazılı ve sözlü sorular yönelterek yapar. AB'nin yıllık bütçesine mutabakat verir. Üçüncü ülkelerle işbirliği veya yeni üye kabulü gibi önemli antlaşmalarda onayı alınır.
Oluşması: AB çapında yapılan tek dereceli seçimlerle seçilen 626 üyeden oluşur.(2000) Her ülkeye belirli sayıda üyelik ayrılmıştır. AB'nin seçimle oluşan tek organıdır. Süresi 5 yıldır.
Çalışma Yöntemi : Üyeler, AB haklarını bir bütün olarak temsil eder. Ulusal çıkarları savunmak için atanmamışlardır. Bundan dolayıdır ki Parlamento' da birer ulusal temsilci olarak değil, çeşitli politik grupların temsilcisi olarak bulunurlar.
Parlamento başkanı 2,5 yıllık bir dönem için seçilir.
Ayda bir kez Strasburg'da toplanır. Oturumlar bir hafta sürer.
"İşbirliği usulü" sayesinde mevzuât önerilerini değiştirebilir. "uygun görüş" usulü ile yeni üye devletlerin katılımını ve üçüncü ülkelerle yapılan ortaklık antlaşmalarını, "ortak karar usulü" sayesinde bazı politika alanlarındaki mevzuat önerilerini veto edebilir. Maastricht Antlaşmasıyla kabul edilen ``ortak karar usulü"nde, Avrupa Parlamentosu; mevzuatın kabulü konusunda Konsey'le ortaklaşa ve eşit koşullarda hareket etme yetkisine sahiptir. Bu usul başlıca şu alanlarda uygulanır: İç pazar, işçilerin serbest dolaşımı, iş kurma serbestliği, işçilerin çalışma hakkı...
İlişkileri : Konsey ve Komisyon'u denetler. Bu iki kuruma AB'nin işleri hakkında sorular yöneltebilir. Danışmanlık yapar; yasal düzenlemeler hakkında görüş bildirir. Güvensizlik oyu vererek Komisyon'u istifaya zorlayabilir.
D- Adalet Divanı
Topluluğun "Yüksek Mahkemesi," bir "Anayasa Mahkemesi" olarak nitelenebilir.
Temel Fonksiyonu, Yetki ve Sorumlulukları : Birliğin bağımsız yargı organıdır. Hukuka saygıyı sağlamakla görevlidir. Antlaşmaların öteki AB kurumları üye devletler tarafından doğru olarak yorumlanmasını ve uygulanmasını sağlar. Hukuki anlaşmazlıkları çözümler.
Üye devletlerin antlaşma hükümlerine uyup uymadıklarını denetler.
Adalet Divanı, ulusal mahkemelerce uygulanması için, AB hukukunu yorumlar. Antlaşma hükümlerinin ve uygulama biçimlerinin kesin yorumunu yapar.
Uyuşmazlıkları çözüme bağlar. Birlik organları, üye devletler, şirketler ve bireylerin AB antlaşmalarıyla ilgili olarak, önüne getirdikleri hukuki sorunlar hakkında karar verir.
Oluşması : Üye ülkelerin anlaşmasıyla atanmış 15 hâkimden oluşur. Her üye ülke Divan'a 1 hâkim gönderir. Ayrıca başsavcılar vardır.
Konsey tarafından atanırlar. Görev süresi biten, yeniden atanabilir. Süreleri 6 yıldır.
Çalışma Yöntemi : AB hükümetlerinin doğrudan denetimi dışındadır.
Kararları bağlayıcıdır. Oy çokluğu ile alınır. Ulusal mahkemelerinkinden üstündür. Günümüzde, devletleri ve şirketleri para cezasıyla cezalandırma yetkisiyle donatılmıştır.
Divan' a anlaşmazlıkların çözümlenmesi talebiyle, üye devletler, Birlik organları, şirketler, özel ve tüzel kişiler başvurabilir. Lüksemburg'da toplanır.
E-Sayıştay
"Topluluk Hesap Mahkemesi"dir.
Temel Fonksiyonu,Yetki ve Sorumlulukları: Mali denetleme organıdır. AB gelir ve giderlerinin yasallığını, usule uygunluğunu denetler. AB bütçesinin mali yönden sağlamlığını kontrol eder. Her yıl bir rapor yayınlar.
Oluşması : 1977'de kurulmuştur. Her biri bir üye devletten olmak üzere 15 üyeden oluşur. Üyeleri Konsey tarafından Parlamento' ya danışılarak atanır. Üyelik süresi 6 yıldır. Süre yenilenebilir. Lüksemburg' dadır.
II- FINANSMAN ORGANLARI
Temel finansman organı Avrupa Yatırım Bankası' dır. Bundan başka Birliğin ekonomik ve sosyal politikalarını yürütmek amacıyla kurulmuş çeşitli fonlar vardır.
III- DANIŞMA ORGANLARI VE DİĞER KURULUŞLAR
AB'nin ayrıca pek çok sayıda danışma organı vardır. Yeni bir mevzuatın kabulünden önce, Komisyon ve Konsey; önerilen yasaların, beklenen ekonomik, sosyal ve bölgesel etkileri konusunda diğer AB kuruluşlarına danışır. Bundan başka önemli yeni alanlarda bir dizi yeni kuruluş oluşturulmuştur.
A-Ekonomik ve Sosyal Komite
B-Bölgeler Komitesi
C-Akdeniz Komitesi
D-Diğer Kuruluşlar
Avrupa Polis Bürosu (EUROPOL) : AB üye devletleri arasında polis örgütlerinin koordinasyonunu sağlar. Lahey'dedir. Bütün ciddi uluslararası suçlara karşı Üye Devletler arasında yeni bir işbirliği kararı 1995 yılında kurulan Europol'un amacı, birden fazla üye devleti ilgilendiren hallerde terörizm, uyuşturucu ticareti ve diğer örgütlü suçlara karşı mücadelede işbirliğini teşvik etmektir. Europol'un merkezinin bulunduğu Lahey'de (Hollanda), her Üye Ülkenin irtibat memurları birlikte çalışırlar, suç vakalarını daha hızlı bir şekilde çözmek için bilgi alışverişinde bulunurlar.
Avrupa Para Enstitüsü : Ekonomik ve parasal birliğin son aşamasında kurulacak olan Avrupa Merkez Bankası'nın öncüsüdür. Frankfurt'tadır.
Avrupa Çevre Ajansı: ``Çevre verileri arşivi" işlevini görür. Kopenhag' dadır.
İç Pazar Uyumlaştırma Bürosu : Marka tescilinin basitleştirilmesiyle ilgilenir. Alicante' dadır.
Bütün bunların dışında mevcut olan pek çok kuruluş arasında, Topluluk Bitki Çeşitliliği Bürosu (Brüksel), Avrupa Sağlık ve İşyeri Güvenliği Ajansı (Lüksemburg), Avrupa Tıp Ürünleri Değerlendirme Ajansı (Londra), Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (Lizbon). Avrupa Eğitim Vakfı (Torino), Hayvan ve Bitki Sağlığı Muayene ve Denetim Bürosu (Dublin) sayılabilir.
Avrupa Birliği'nde üye devletler; ortak çıkarları doğrultusunda,egemenlik haklarının ortak yönetimi yoluyla birlikte çalışmaktadır. Mevzuat; erişilecek hedeflere göre yönetmelik, yönerge, karar, tavsiye ve görüş almak üzere çeşitli biçimler alır.
AB'nin yönetim sistemi benzersiz, örgütlenmesi evrimcidir. Birbirinden bağımsız yasama, yürütme ve yargı organlarıyla donatılmıştır.
Birlik günümüzde 5 kurum tarafından yönetilmektedir, Bu kurumlardan Avrupa Komisyonu temel yürütme organı, Avrupa Birliği Konseyi temel yasama ve karar organı, Avrupa Parlamentosu başlıca denetim organı, Adalet Divanı yargı organı, Sayıştay mâli denetleme organıdır. Bundan başka Avrupa Doruğu, Birliğin en üst düzeyde yetkili politik organı konumundadır. Temel finansman organı Avrupa Yatırım Bankası 'dır. AB' nin ayrıca pek çok sayıda danışma organı ve öteki alanlarda bir dizi kuruluşu vardır.
AB' nin örgütlenme felsefesinden ve uygulamasından şu dersler çıkarılabilir:
Uluslararası birleşmeler hümanist ve evrensel bir yaklaşım gerektirir. Ancak pratikteki başarı, ulusal çıkarların da hesaba katılmasına bağlıdır. Başka bir deyişle “evrensel olan” ile “ulusal olan” arasında bir denge sürekli olarak gözetilmelidir. Avrupa Birliği'nin gerçekleşme yolunda olmasında, ulusal çıkarlara saygı duyulmasının, bu çıkarlarla "evrensel hedefler" arasında denge gözetilmesinin kuşkusuz çok büyük bir payı vardır.
AVRUPA BİRLİĞİ'NİN GENİŞLEME SÜRECİ
AB' nin çekirdeğini oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT), Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg tarafından 1951 Paris Antlaşması ile kurulmuştur. 1957 yılında, aynı ülkelerce,Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmasını öngören Roma Antlaşması imzalandı. Böylece AKÇT, AET ve EURATOM'dan oluşan Avrupa Toplulukları (AT) ortaya çıktı. 1993 yılında yürürlüğe giren Maastrich Antlaşması ile de, AT, Avrupa Birliği (AB) adını almıştır.
AB'ne, 1973 yılında İngiltere, İrlanda ve Danimarka; 1981 yılında Yunanistan; 1986 yılında İspanya ve Portekiz; son olarak da, 1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya tam üye olarak girmişlerdir. Böylece üye sayısı 15 olmuştur.
AB'nin her genişlemesi, ortak politikalar ve karar alma süreci üzerinde etkili olmuştur. Böylece, Roma Antlaşması da dahil olmak üzere bazı hukuki belgelerin ve ortak politikaların genişleyen Topluluğun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi sorunu gündeme gelmiştir.
Avrupa Birliği'nin Yeni Genişleme Süreci
AB'nin 1993 yılı Haziran ayı içinde yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, tam üye olmak isteyen adaylar için yeni kriterler belirlemiştir. Bu kriterleri, Lüksemburg Zirvesi, Cardiff Zirvesi ve Viyana Zirvesi'nde belirlenen yeni kriterler izlemiştir. 1993 yılından itibaren yapılan bu zirveler, AB'nin yeni genişleme süreci üzerinde belirleyici olmuş; Türkiye'nin tam üyeliği bu kriterler çerçevesinde yeniden değerlendirilmiştir.
A-KOPENHAG KRİTERLERİ
Kopenhag Zirvesi'nde belirlenen kriterler üç başlık altında toplanmıştır:
1. Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygıyı ve azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumların istikrarını sağlamak,
2. İşleyen bir Pazar ekonomisine sahip olunmasının yanı sıra, AB içindeki rekabet baskısı ile piyasa güçleri karşısında durabilme yeteneğine sahip olmak,
3. Siyasi, ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak üzere tam üyelikten kaynaklanan yükümlülüklere uyum yeteneğine sahip bulunmak.
1-Tam Üyeliğin Siyasi Kriterleri
Yukarda sıralanan başlıklardan ilki, tam üyeliğin siyasi kriterleri olarak adlandırılmaktadır. Aday ülkeler siyasi kriterler açısından değerlendirilmiş; Slovakya ve Türkiye'nin bu kritere uyum sağlamayan ülkeler olduğu belirtilmiştir. Değerlendirmede kullanılan alt kriterler: (i)demokrasi ve hukukun üstünlüğü, (ii)insan hakları ve (iii)azınlıklara saygı olmak üzere üç başlık altındadır.
2-Tam Üyeliğin Ekonomik Kriterleri
İkinci grupta yer alan Kopenhag kriterleri, ekonomik kriterler olarak bilinmektedir. Tam üye olacak aday ülkelerde aranacak iki ekonomik kriter vardır. Bunlardan birincisi, işleyen bir pazar ekonomisinin varlığıdır. İkincisi ise, AB içindeki rekabet baskısı karşısında durabilme yeteneğidir.
3-Tam Üyeliğin Diğer Kriterleri
Tam üyelikle ilgili diğer değerlendirmeler; ortak dış politika ve güvenlik politikasına uyum, ekonomik ve parasal birliğe uyum, Topluluk müktesebatına uyum ile topluluk müktesebatını uygulayabilme kapasitesi olmak üzere dört açıdan yapılmıştır.
TÜRK-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİNDE SON DURUM VE ADALET VE İÇİŞLERİ ALANINDAKİ İŞBİRLİĞİNE GENEL BAKIŞ
Avrupa Birliği'ne tam üyelik yolunda büyük gelişmeler kaydeden Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş süreci, 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ortak üyelik için giriş müracaatımızın olumlu karşılanması ile başlamış ve günümüze kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir. O tarihten başlayarak 1964 yılında Ankara Antlaşmasının imzalanması, 1999 yılında da Türkiye’nin adaylık statüsünün tanınmasına kadar olan dönemde toplulukla ilişkiler inişli çıkışlı bir grafik izlemiştir. Topluluk yapı itibariyle bu süreç içerisinde büyük bir değişim geçirmiştir. Ekonomik yapıdan önce bir noktada sosyo-kültürel ve daha sonra siyasi yapıyı da içine alan bir organizasyona dönüşmüş, son olarak da güvenlik boyutu oluşturulmaya çalışılan bir birlik haline gelmiştir.
Lüksemburg Zirvesi yakın tarihte ilişkilerin donma noktasına getiren bir zirvedir., 12-13 Aralık 1997 tarihlerinde yapılmıştır. Zirve'de tam üye adayları üç grupta ele alınmıştır:
Birinci Grup: Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Slovenya, Kıbrıs,
İkinci Grup:Slovakya, Romanya, Bulgaristan, Litvanya, Letonya.
Üçüncü Grup: Türkiye.
Lüksemburg Zirvesi'nde alınan kararlara göre, birinci grupta yer alan ülkelerle tam üyelik müzakereleri 1998 yılında başlayacaktı. Yukardaki sıralamadan da gözleneceği gibi Türkiye, üçüncü grupta yer almaktadır. Türkiye, tam üye adayları içinde üçüncü grupta yer almasına rağmen, Lüksemburg Zirvesi'nde Türkiye ile ilgili önemli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan ilki, Türkiye'nin AB'ne her alanda yakınlaşmasını sağlayacak bir Avrupa Stratejisi oluşturulması önerisiydi. Avrupa Stratejisi, şu unsurları içermekteydi.
-Ankara Antlaşması'nın ortaya koyduğu olanakların geliştirilmesi,
-gümrük birliğinin yoğunlaştırılması,
-mali işbirliğinin artırılması,
-mevzuatların yakınlaştırılması ve AB müktesebatına uyum,
-Türkiye'nin AB'ndeki bazı programlara katılımı.
Türkiye ile ilgili ikinci konu, Ankara Antlaşması'nın 28. maddesine atıf yapılmasıydı. Bu maddeye göre, "Antlaşma'nın işleyişi, Topluluğu kuran Antlaşma'dan kaynaklanan yükümlülüklerin tümünün Türkiye tarafından üstlenilebileceğini gösterdiğinde, akit taraflar, Türkiye'nin Topluluğa katılması olanağını inceler" (Ankara Antlaşması; 1964, Madde 28). "Antlaşma'dan kaynaklanan yükümlülükler..." ifadesinden kastedilen sadece AB'nin kurucu antlaşmalarından ya da Ankara Antlaşması'ndan kaynaklanan yükümlülükler değildir. Bu ifade ile kastedilen, daha önce antlaşmalarla belirtilen şartlara ilave olarak, AB'nin günümüzde tam üyelik için istediği şartlardır.
Lüksemburg Zirvesi'nde kaydedilen başka bir gelişme, Türkiye'nin diğer aday ülkelerle ve üye ülkelerle beraber Avrupa Konferansı'na davet edilmesiydi. Bütün bu olumlu noktalara rağmen, Türkiye ile ilgili görüşlerin yer aldığı raporun 35. paragrafı, AB ile siyasi ilişkinin kesilmesine yol açan ifadeler taşımaktaydı. Buna göre, AB'nin Türkiye'den istedikleri şunlardı:
-AB seviyesinde insan hakları standartlarına ulaşılması,
-Azınlıklara saygı ve azınlıkların korunması,
-Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin tatminkâr ve istikrarlı bir çözüme kavuşturulması,
-Birleşmiş Milletler'in ilgili kararları doğrultusunda Kıbrıs'da siyasi bir çözüm bulunması.
Türk hükümeti, Zirve'nin hemen ardından 14 Aralık 1997 yılında yaptığı bir toplantıda AB ile olan ilişkilerini askıya aldığını bildirmiştir. Bu kararın gerekçesi, AB'nin yukarda yer alan istekleriydi.
11-12 Aralık 1999 tarihleri arasısında yapılan Helsinki Zirvesi, ilişkilerin seyrinde olumlu bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu zirvede Türkiye’nin adaylık statüsü ilan edilmiştir. Adaylık statüsünün tanınması doğrultusunda kurulan sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak 8 Kasım 2000 tarihinde Katılım Ortaklığı Belgesi kabul edilmiş ve 7-9 Aralık 2000 tarihleri arasında yapılan “Nice Zirvesi”nde onaylanmıştır. Bu belge; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği için gerekli öncelik alanlarını belirleyen, tam üyelik sürecinde yol haritasını çizen ve tam üyelik müzakerelerinin başlaması için hangi şartların yerine getirmesi gerektiğini belirten bir belgedir.
Türkiye-AB ilişkileri Helsinki sonrasında giderek hızlanan bir trend içine girmiştir. 3 yıllık bir aradan sonra 11 Nisan 2000 günü Lüksemburg'da yapılan Ortaklık Konseyi toplantısı bu bağlamda önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Ortaklık Konseyinde önümüzdeki dönem ile ilgili önemli kararlar alınmıştır.
Katılım Ortaklığı Belgesi
2000 yılındaki “Nice Zirvesi”nde onaylanan Katılım Ortaklığı Belgesi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği için gerekli öncelik alanlarını belirleyen, tam üyelik sürecinde yol haritasını çizen, AB müktesebatına uyum sağlamak amacıyla her alanda neler yapması gerektiğini, orta ve kısa vadeli hedefler olarak belirleyen ve tam üyelik müzakerelerinin başlaması için hangi şartların yerine getirmesi gerektiğini belirten bir belgedir.
Tarama sürecini gerçekleştirmek üzere Ortaklık Komitesine bağlı 8 alt komite kurulmuştur. AB, diğer adaylar için olduğu gibi, Türkiye bakımından da Topluluk müktesebatını oluşturan 31 alanı bu komitelere bölüştürmüştür. Tarama süreci Haziran ayında başlamıştır. Bu amaçla Ortaklık Komitesi alt komitelerin çalışma usullerini belirlemiştir.
11 Nisan 2000 tarihli Türkiye-AB Ortaklık Konseyi'nde, taraflar arasında hizmetler ve kamu alımlarının serbestleştirilmesi için müzakerelere başlanması yönünde bir karar alınmıştır. Bu çerçevede, ilk tur görüşmeler 17-18 Ekim 2000 tarihlerinde Ankara'da gerçekleştirilmiş ve ağırlıklı olarak araştırıcı bir mahiyette cereyan etmiştir.
Katılım Ortaklıkları, esasen Komisyon'un, tüm aday ülkeler için hazırladığı yıllık ilerleme raporlarındaki unsurları içermekte olup, kısa (bir yıl) ve orta vadede (birkaç yıl) hangi hususların yerine getirilmesi gerektiğini belirlemektedir.
Katılım Ortaklığı Belgesi 4 Aralık 2000 tarihinde Brüksel'de toplanan AB Genel İşler Konseyi'nde ele alınmıştır. Sözkonusu toplantıya kadar Türkiye gerek Komisyon ile gerek AB üye ülkeleri ile sık ve üst düzey temaslarda bulunmuştur. Bu çerçevede, toplantı sonucunda Kıbrıs ve sınır uyuşmazlıkları konusunda Helsinki ruhunun korunduğu kararlar alınmıştır. Türkiye güçlendirilmiş siyasi diyalog çerçevesinde, ortak çıkarlara yönelik konularda yapıcı katkılarda bulunmaya devam edecektir. Katılım Ortaklığı Belgesinin hukuki zeminini oluşturacak "Çerçeve Yönetmeliği" 14 Şubat 2001 tarihinde onaylanmıştır.
KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİNİN ADALET VE İÇİŞLERİ ALANINDAKİ BÖLÜMLERİ
I-Kısa Vadeli Öncelikler (2001)
Adalet ve içişleri alanında Avrupa Birliğindeki mevzuat ve uygulamalar konularında bilgilendirme ve bilinçlendirme programları geliştirilmesi.
Organize suçlar, uyuşturucu ticareti ve yolsuzlukla mücadelenin iyileştirilmesi ve kara para aklama ile mücadele için kapasitesinin güçlendirilmesi.
II-Orta Vadeli Öncelikler
Topluluk Hukuku ile adalet ve içişleri alanlarında AB müktesebatı uygulamaları konularında eğitim programları geliştirilmesi.
Özellikle polisin hesap verme sorumluluğunun güvenceye alınmasına yönelik olarak adalet ve içişleri kurumlarının daha da geliştirilmesi ve güçlendirilmesi.
Schengen Bilgi Sistemi ve Europol'a tam olarak katılımın mümkün olması için veri koruma alanındaki AB müktesebatının kabulü;
Vize mevzuatı ve uygulamasının AB mevzuatına uygun hale getirilmesine başlanması.
Yasadışı göçün önlenmesine yönelik olarak, göç konusundaki AB müktesebatının ve eylemlerinin (kabul, yeniden kabul, sınır dışı etme) kabul edilmesi ve uygulanması.
Sınır yönetiminin güçlendirilmeye devam edilmesi ve Schengen Sözleşmesinin tam olarak uygulanması için hazırlık yapılması.
İltica konusundaki 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine konulan coğrafi çekincenin kaldırılması ve mülteciler için konaklama tesisleri ve sosyal destek mekanizmaları geliştirilmesi.
Yolsuzluk, uyuşturucuyla mücadele, organize suçlar, kara para aklanması ve ceza hukuku ve medeni hukuk alanlarında adli işbirliği konularında AB müktesebatının kabulü ve uygulanması; bu alanlardaki uluslararası işbirliğinin daha da yoğunlaştırılması.
Adalet ve İçişleri Alanında AB Müktesebatını Benimsemenin Önemi
Türkiye'nin onüçüncü aday ülke olarak tanındığı 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nde Avrupa bütünleşmesine doğru son adım atılmıştır.
Türkiye, genişleme sürecinde, diğer aday devletler gibi kendi mevzuatını, AB'ni oluşturan bütün hukuki araçlar, politikalar, hukuki çerçeve ve kurumsal yapı anlamına gelen "Topluluk Müktesebatı" ile uyumlulaştırmak durumundadır. Avrupa Birliği Komisyonu uyuşturucu maddelere, örgütlü suçlara ve karapara aklamaya karşı mücadelede ve ayrıca göç gibi konularda polis ve gümrük işbirliğinin ve hukuki ve cezai konularda adli işbirliğinin arttırılmasına önem vermektedir.
Adalet ve içişleri sahasında AB Müktesebatı, diğer sahalardaki AB Müktesebatından nitelikçe farklıdır. Katılım öncesi yıllarda Müktesebat'ın gelişeceği bu alanda daha yapılacak çok şey vardır. AB, açık ve kapsamlı bir çerçeveyi kurmak için olabildiğince hızlı ve somut bir şekilde bu Müktesebat'ı geliştirmek için kendini taahhüt altına sokmuştur.
Şimdi bütün aday ülkeler, genişlemiş bir AB içinde bir "Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı" kurulmasına tam olarak katılmak ve etkin biçimde katkıda bulunmak üzere, kendi mevzuat ve uygulamalarını, adalet ve içişleri müktesebatıyla uyumlulaştırmaya çalışmaktadır.
TÜRKİYE İÇİN ULUSAL PROGRAM
Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi’nin kabul edilmesinden sonra diğer aday ülkeler gibi AB müktesebatına uyum için “Ulusal Program” hazırlanması çalışmalarına başlamıştır. Bu görev AB ile ilişkileri en üst düzeyde yürütmek amacıyla kurulan AB Genel Sekreterliği’ne verilmiştir. Ulusal Program 19 Mart 2001 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilmiş, aynı gün AB Komisyonu Türkiye Temsilciliği'ne verilmiştir. Büyük önemi bulunan Program'ın AB tarafından kabul edilmesini müteakip, muhtevasındaki kısa ve orta vadeli önceliklerin zamanında yerine getirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Avrupa Birliği, siyasi yapısı ekonomik yapısından daha ön planda olan bir birlikteliktir. Bu açıdan; Avrupa Birliğinin, Ulusal Program'daki siyasi kriterlerin yerine getirilmesine daha fazla önem vereceği düşünülmektedir. Zaten Avrupa Birliği'nin genişleme süreci incelendiğinde genişlemede Portekiz ve Yunanistan'ın birliğe alınması örneklerinde olduğu gibi siyasi nedenlerin ön planda olduğu görülecektir.
KAÇAKÇILIK VE ORGANİZE SUÇLAR AÇISINDAN ULUSAL PROGRAMA BAKIŞ
I-Ulusal Program’ın Kaçakçılık ve Organize Suçlar Bağlamındaki Temel Öncelikleri
Yolsuzluk, yasadışı uyuşturucu madde kullanımı ile üretimi ve ticareti, örgütlü suçlar, karaparanın aklanması ile ceza hukuku ve özel hukuk alanlarında adli işbirliği konularında AB müktesebatı benimsenecek, bu alanlardaki uluslararası işbirliği yoğunlaştırılacaktır.
Yasadışı göçün önlenmesine yönelik olarak, göç konusundaki AB müktesebatı ve uygulamaları (kabul, geri kabul, sınır dışı etme) benimsenecektir.
Uyuşturucu trafiğine karşı etkin mücadele amacıyla, Lizbon’da yerleşik Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Avrupa Merkezi (European Monitoring Center for Drugs and Drug Addiction) ile de işbirliğine gidilmesi imkanları araştırılacaktır.
Örgütlü suçlar, yasadışı uyuşturucu madde kullanımı ile üretimi ve ticareti, yolsuzluk ve kara paranın aklanmasıyla mücadele ile polis ve adli işbirliği kapasitesi güçlendirilecektir.
Şüpheli mali muamelelerle ilgili bilgilerin toplanması, muhafaza edilmesi, işleme konulması, analiz edilmesi ve değişimi faaliyetleri hızlandırılacaktır.
Europol’e tam üyelik için gerekli müktesebat uyumu sağlanacak ve hazırlıklar tamamlanacaktır.
Avrupa Birliği’nin adalet ve içişleri alanında mevcut MEDA ile Falcone, Odysseus, Grotious, Daphne, Oisin ve STOP programları, Örgütlü Suçlara Karşı Eylem Planı, Uyuşturucu Maddelerle Mücadele Eylem Planı ile Avrupa Mülteci Fonu (European Refugee Fund) gibi işbirliği imkanlarından, AB üyesi ülkelerin de yardımıyla, mümkün olan azami ölçüde yararlanılması öngörülmektedir.
II-Ulusal Program’daki Kısa ve Orta Vadeli Yükümlülükler
2001 yılı itibariyle, yolsuzluk, yasadışı uyuşturucu madde kullanımı, üretimi ve ticaretiyle mücadele, örgütlü suçlar, kara paranın aklanması ve ceza hukuku ile özel hukuk alanlarında adli işbirliği konularındaki AB müktesebatı benimsenmeye başlanacak ve bu alanlarda uluslararası işbirliği yoğunlaştırılmaya çalışılacaktır.
2001 yılı itibariyle, örgütlü suçlar, yasadışı uyuşturucu madde kullanımı, üretimi ve ticareti, yolsuzluk ve kara paranın aklanmasıyla mücadele için idari ve adli kapasite güçlendirilecektir.
2001 yılı itibariyle, yolsuzluk, yasadışı uyuşturucu madde kullanımı, üretimi ve ticareti, örgütlü suçlar, kara paranın aklanmasıyla mücadele ve ceza hukuku ile özel hukuk alanlarında adli işbirliği konularındaki AB müktesebatı benimsenmeye başlanacak, bu alanlarda mevcut uluslararası işbirliği yoğunlaştırılacaktır.
İçişleri ve Maliye Bakanlıkları bünyesinde, rüşvet, yolsuzluk ve karapara aklamayla etkin mücadele için birer veri tabanı oluşturulması ve denetimin artırılması hedeflenmektedir.
Karapara aklama bağlamındaki müsnet suçların kapsamının genişletilmesine yönelik yasa değişikliği çalışmalarına kısa vadede başlanacaktır.
Örgütlü suçlar, yasadışı uyuşturucu madde kullanımı, üretimi ve ticareti, yolsuzluk ve kara paranın aklanmasıyla mücadele ile adli, mali, polis ve jandarma işbirliği kapasitesi güçlendirilecektir.
Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi Türkiye Ofisi’nin kurulması çalışmaları, kendi görev ve faaliyet alanları itibariyle, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı ile Türkiye Uluslararası Uyuşturucu ve Organize Suçlarla Mücadele Akademisi (TADOC) eşgüdümü ve desteğinde başlatılacaktır.
III-Kaçakçılık ve Organize Suçlar Alanında Avrupa Birliği Tarafından Yürürlüğe Konan Eylem Planları
A-Uyuşturucu Maddelerle Mücadele Eylem Planı (2000-2004)
Uyuşturucu maddelerle mücadele etmeye yönelik Avrupa Birliği stratejisinin amacı, uyuşturucu kaçakçılığına karşı önleyici tedbirleri arttırarak, diğer ülkeler ve uluslararası kuruluşlar ile işbirliğini geliştirerek ve uyuşturucu maddelere karşı mücadele etmek için yeterli kaynak ayrılmasını sağlayarak, uyuşturucu maddelere karşı mücadelenin AB için temel bir öncelik olmaya devam etmesini sağlamaktır.
Bir ilk adım olarak, uyuşturucu madde ve insan kaçakçılığına ve terörizme karşı savaşmak için gecikmeksizin ortak ekipler kurulacaktır. Europol ile işbirliği içinde, sınır aşan suçlarda en son eğilimler üzerine bilgi, deneyim ve en iyi uygulama alışverişinde bulunmak üzere bir Avrupa Polis Şefleri Operasyon Görev Kuvveti kurulacaktır. Amsterdam Antlaşması çerçevesinde, üye devletlerdeki adli kontrol sistemlerine saygı gösterilirken, üye devletlerden soruşturmalar başlatma, yürütme ve eşgüdümleme talebinde bulunma yetkisini vererek Europol güçlendirilecektir. Europol, 2001 yılında faaliyete geçmek üzere üç veri tabanı oluşturacaktır. İçerdikleri bilgilere bağlı olarak, bunlara erişim kısıtlanacaktır. Bunlara ek olarak, Europol'ün himayesinde, bir Avrupa ileri dijital ağ veri tabanı kurulmasına yönelik planlar da vardır.
B-Karapara Aklamaya Karşı Özel Eylem Planı
Karapara aklama, örgütlü suçların merkezindedir. Üye Devletler, 1990 Strasbourg Sözleşmesi ve Mali Eylem Grubu'nun tavsiyeleri yanında, karapara aklama üzerine ulusal mevzuatın uygulanmaya teşvik edilirler. Adli makamlar, bankacılık ve diğer ticari faaliyetlere ilişkin gizlilik hükümlerine bakılmaksızın, yargı denetimine tabi olarak, karapara aklamayı soruşturmak için gerekli bilgileri istemeye ve almaya yetkili olacaklardır. Karapara aklama konusunda ceza hukuku ve usullerinin yakınlaştırılması geliştirilecektir. AB'nin yetki sahası dışında tescil edilmiş olan şirketlerin ve varlıkların karapara aklama amacıyla kullanılmasına engel olmak için üçüncü ülkeler ile düzenlemeler yapılacaktır.
C-Örgütlü Suçlara Karşı Eylem Planı
Örgütlü suçlar açısından, Europol yanında, AB'nin bu konuya karşı girişimlerinden biri de, 1997 yılında Amsterdam zirvesinde onaylanan "örgütlü suçlara karşı eylem planı" adlı belgede yer almaktadır. AB işbirliği, ulusal yasa icra makamları arasında Avrupa şebekeleri kurulması sonucunu vermiştir. Bu şebekeler sayesinde, Üye Devletler, ortak izleme operasyonları yürütebilmekte, uyuşturucu ticareti, kara para aklanması, terörizm, çalıntı araçlar, futbol holiganizmi, yüksek teknoloji suçları ve kentsel şiddet gibi bir dizi alanda özel eğitim ve uzmanlık bilgisini geliştirebilmektedir.
Avrupa Birliği Konseyi, ciddi örgütlü suçla mücadeleyi güçlendirmek amacıyla, ulusal savcılardan, yargıçlardan veya polis memurlarından oluşan "Eurojust" adlı bir birim kurulmasına karar vermiştir. Eurojust, ulusal iddia makamlarının düzgün eşgüdümünü kolaylaştırmak, cezai soruşturmaları desteklemek ve Avrupa Adalet Ağı ile yakın işbirliği içinde olmakla görevlidir. 2001 yılına kadar, gerekli hukuki araçların kabul edilmesi gerekecektir. Üst düzey uygulayıcı yetkililerin eğitilmesi için bir Avrupa Polis Koleji kurulacaktır. Avrupa Birliği Konseyi'nin düşüncesi odur ki, ulusal ceza hukuku ile ilgili olarak, ortak tanımlar ve yaptırımlar üzerinde anlaşmaya yönelik çabalar, öncelikle, mali suçlar (karapara aklama, yolsuzluk, kalpazanlık, uyuşturucu maddeler, insan kaçakçılığı, çocukların cinsel istismarı, vs.) gibi alanlarda yoğunlaşmaktır.
Organize suçlarla mücadeleyi önceliklerine alan Avrupa Birliği; 31 Ocak-1 Şubat 2001 tarihleri arasında Avrupa Parlâmentosu Genel Kurulu bir dizi kararlar almıştır. Bu kararlar arasında üyeler arasında bilgi alışverişinin yapılması ve bilgi değişiminin hızlandırılması, ceza kanunlarının uyumlaştırılması, eğitim faaliyetleri düzenlenmesi, aday ülkelerle işbirliğinin güçlendirilmesi, kırtasiyeciliğin azaltılması gibi önemli düzenlemeler bulunmaktadır.
SONUÇ
Tam üyelik müzakerelerinin başlayabilmesi için yol haritamız olan ulusal programda ülkenin bir çok kesiminin üzerine düşen yükümlülükler bulunduğu unutulmamalıdır. Ulusal bilincin oluşturulması için; bu yükümlülüklerin hitap ettiği kesimlere eksiksiz anlatılması ve belirlenen takvim doğrultusunda yerine getirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bütün bunların bilincinde olan Emniyet Genel Müdürlüğü; Avrupa Birliği bünyesindeki gelişmeleri düzenli olarak takip etmekte, düzenlenen toplantılara ve eğitim programlarına iştirak etmekte, uyumlaştırma sürecinde idari ve hukuki alanda başlatılacak bütün çalışmaları ilgili kurumlarla koordineli olarak süratle yerine getirme arzusunu taşımaktadır.
Akkuyu Nükleer Santral İhalesi'nin İptalinin Düşündürdükleri
Nükleer Mühendisler Derneği’nin Kamuoyuna Açık Mektubu
Başbakan Sayın Bülent Ecevit, 25 Temmuz 2000'de televizyonlardan da canlı olarak yayınlanan ve Akkuyu Nükleer Santral İhalesinin Bakanlar Kurulu kararıyla iptal edilerek 15 ile 20 yıl gibi bilinmeyen bir tarihe ertelendiğini bildiren bir açıklama yaptı. Bu açık mektupta, Sayın Başbakanın, ihalenin iptaline gerekçe olarak ileri sürdüğü nedenler ve Derneğimizin soru işaretleri ile dolu bu gerekçelere yanıtları kamuoyunun bilgisine sunulmaktadır.
GEREKÇE 1: Akkuyu Nükleer Santral projesi Hükümetin ağır dış borç yükünü arttıracak, enflasyonla mücadele programını aksatacaktır. Hazine Müsteşarlığı Akkuyu Nükleer Santrali için kaynağımız olmadığını ifade etmektedir. Bizim nükleer enerjiye yönelmemiz şimdilik gereksizdir. Ekonomik açıdan sakıncalıdır. Bu yüzden ekonomik istikrar programımız ciddi olarak aksayabilir
YANIT 1: Nükleer Santral ihalesinde, ihaleye katılan firmalardan nükleer santralin yapımı için %100 kredi bulmaları istenmiştir. Firmaların getirmekle yükümlü olduğu kredinin geri ödenmesine ancak 2008 yılında santral hizmete alındıktan sonra başlanacak ve 6 aylık taksitlerle 15 (onbeş) yıl içinde yani 2023 senesi sonuna kadar gerçekleştirilecektir. Bu nedenle, nükleer santral yapımının, ne bugünkü Hükümet'in aldığı geçici istikrar tedbirleriyle, ne Hazine'nin 2008 yılına kadarki harcamalarıyla ve ödeme planlarıyla da ve ne de enflasyonla mücadele programı ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Zaten 2023 yılına kadar bugünkü hükümet çoktan tarihe kavuşmuş olacaktır.
Ayrıca, en az nükleer santral ihalesi kadar maliyetli olan ve ödemesi ekonomimize oldukça ağır yükler getirecek olan helikopter alımı ihalelerinin, enflasyonla mücadele programını etkilemiyor olması ise PARLAMENTER DEMOKRASİNİN, ülkemizde ne kadar sağlam temeller üzerinde oturduğunu göstermektedir.
GEREKÇE 2: Yeni nesil santrallerin ömürlerinin 40-50 yıla uzatılması ve maliyetlerinin de %25 düşürülmesi hesaplanıyor. TAEK raporuna göre ise doğalgaz rezervlerinin 15-20 yıl sonra azalacağı bildirilmektedir. Nükleer santrallere iste o zaman yönelmemiz gerekecektir.
YANIT 2: Enerji kaynakları açısından %52 oranında dışa bağımlı olan bir ülkede Üniversitelerin, DPT'nin, TEAŞ'in ve bu isin uzmanı planlamacıların, 1960'larin ortalarından itibaren yapmış oldukları enerji projeksiyonlarının hepsinin de elektrik üretiminde nükleer enerjiye geçmenin kaçınılmaz ve acil bir gereksinim olduğunu ileri süren ve şimdikinden önceki beş hükümetin de kabul etmiş olduğu bilimsel değerlendirmelerini 2,5 saatlik bir Bakanlar Kurulu toplantısında bilimsellik ile ilgisi olmayan bir biçimde elinin tersiyle silip atmak ne derece inandırıcıdır?
Sayın Başbakan: "Yeni nesil santrallerin ömürlerinin 40-50 yıla uzatılması ve maliyetlerinin de %25 düşürülmesi hesaplanıyor" dediler. Günümüzde, nükleer santrallerin ömürleri zaten 40 yıl civarındadır. Elektrik üretim santrallerinin maliyeti, santrallerin ömürleri boyunca ürettikleri enerjinin maliyetine bakılarak belirlenir. Günümüzde, nükleer santrallerin ürettiği elektriğin maliyeti, en ucuz elektrik üretilen, kömür ve doğalgaz santralleri ile yaklaşık ayni mertebededir. Zaten nükleer-elektrik, ekonomik olmasa idi, bütün dünyada üretilen elektrik enerjisinin %17’si nükleer santrallerden üretiliyor olur muydu ?
Sayın Başbakanın doğalgaz ve petrol rezervlerinin 15-20 yıl içerisinde oldukça azalacağını ve bu kaynaklardan yararlanılarak üretilen enerjinin maliyetlerinin çok artacağını – ki bu sene içinde petrol fiyatlarının 18 Amerikan Dolarından 30 Amerikan Dolarına yükselmiş olması da bu gerçeğin açık bir göstergesidir – biliyor olmasına rağmen, kaynak çeşitlendirilmesinin önünde, bizzat kendisinin engel olması, Sayın Başbakanın, gelecek nesillerin üzerinde koydurduğu bir ipotektir. Ve bunun sorumluluğunu Sayın Başbakan tarih önünde taşıyacaktır.
Günümüzde çok daha uygun ve ekonomik koşullarda nükleer teknoloji sahibi olabilecekken, bundan 15-20 yıl sonra, dünya doğalgaz-petrol rezervleri azaldığı için, mecburen nükleer santral kurmak zorunda kaldığımızda, bugünkü uygun ekonomik ve teknolojik koşulları bulamadığımızda, nükleer teknolojiyi, bilimsel gerçekleri gözerdi ederek ve oy kaygısı ile istemeyenler, bunun hesabini tarih ve yüce Türk Halkı önünde vereceklerdir.
Her şeye rağmen, Sayın Başbakan, yeni nesil nükleer santral alımında ısrarlı ise, zaman kaybetmeden, TEAŞ Nükleer Santraller Dairesi’nde, ihale değerlendirmesi sırasında oluşturulmuş olan çekirdek kadrodaki Nükleer Mühendislik eğitimi almış mühendisleri, yurtdışında, yeni nesil nükleer santral çalışmaları yapmakta olan ülkelere eğitim amaçlı gönderilmeli ve bu teknoloji ülkemize gireceği sırada yetişmiş eleman bulundurulmalıdır.
GEREKÇE 3: Türkiye'nin çok sayıda doğalgaz ve hidrolik santral yapımını kararlaştırmış olması dolayısıyla nükleer enerji şimdilik gereksizdir. Rüzgar ve güneş enerjilerini ivedilikle değerlendirmemiz büyük önem taşımaktadır.
YANIT 3: Sayın Başbakan’ın bizzat kendisi, 15-20 yıl sonunda, dünyadaki doğalgaz rezervlerinin azalacağını bildirmesine karşılık, Türkiye’yi, tamamını dışardan ithal ettiği doğalgaza bu kadar bağımlı kılacak olan bir enerji planlamasına sokuyor olmasını da anlamak olası değildir. Doğalgaz konusunda geçen sene yasadığımız sıkıntılar henüz belleğimizde bu kadar taze iken, hem ısınmada hem de elektrik enerjisi üretiminde bu kadar doğalgaza bağlı olmamızın çok da mantıklı ve gerçekçi olmadığı görüsündeyiz. Bir nükleer santralin 10 yıllık yakıtının bir depoda saklanabileceği ve dışa bağımlılığı bu yolla azaltabileceği biliniyorken, hala doğalgazda bu kadar ısrarcı olmanın mantığını anlamakta zorlanmaktayız.
Hidroelektrik kullanımı, dünyada %20 dolaylarında iken, ülkemizde bu oran %40lar düzeyindedir ve ülkemizde, ekonomik olarak yapılabilecek büyük barajların hemen hemen hepsi yapılmış durumdadır. Artık, ikinci bir ATATÜRK barajı yapacak akarsuyumuz kalmamıştır. Bundan sonra yapılabilecek hidroelektrik santraller, küçük güçte ve yüksek maliyetli olacaktır. Ayrıca, DSİ ve Enerji Bakanlığı, 2000 yılı yazında yasamakta olduğumuz yüksek sıcaklıklar ve kuraklık nedeni ile, KEBAN, ATATÜRK ve KARAKAYA barajlarında su seviyesinin kritik düzeyin altına düştüğünü ve hava olaylarının bu şekilde devam etmesi durumunda, önümüzdeki kış, elektrik enerjisi üretiminde büyük sıkıntılar yaşanacağını açıkladılar. Ülkemizin düzensiz yağış rejimi ve nehir debileri ile, ülkemizin bundan sonra hidroelektrik enerjiye günümüzde olduğundan daha fazla bağımlı olmamalıdır.
Tüm Dünya’da, elektrik enerjisi üretimindeki payı %1’den az olan rüzgar ve güneş enerjisine bel bağlamının ise ne kadar doğru ve gerçekçi bir yaklaşım olacağı ise ayrı bir tartışma konusudur.
GEREKÇE 4: Türkiye'de bol bulunan toryumun, uranyumun yerini alabilmesi ve füzyon reaktörlerinin devreye girmesini beklemek uygun olacaktır.
YANIT 4: Türkiye’nin toryum rezervlerinin ekonomik potansiyeli tartışmalıdır. Bu nedenle, sonu belli olmayan bir maceraya atılmak, Türkiye gibi kaynakları kısıtlı ve boşa harcayacak parası olmayan bir ülke için çok da uygun bir seçim olmayacaktır. Toryum teknolojisine geçmek, ancak kendi ulusal nükleer teknolojimizi geliştirdikten sonra, çizeceğimiz nükleer teknoloji politikası ile belirlenmelidir. Teknik olarak, toryum kullanımı hem ağır sulu reaktörlerde hem de hafif sulu reaktörlerde mümkün olduğu için bu konunun simdi tartışılmasında yarar görmemekteyiz.
Füzyon teknolojisi ise ismi olan ancak henüz kendisi olmayan bir teknolojidir. Bu konuda gelişmiş ülkelerde çalışmalar sürmektedir, ancak henüz ekonomik olabilecek bir çözüm bulunamamıştır. Füzyon reaktörlerinin ekonomik bir alternatif olabilirliğinin anlaşılabilmesi için en azından 30 – 50 yıl gerektiği öngörülmektedir. Ülkemize maliyetinin henüz ne olacağı ve ne zaman islerlik kazanacağı belli olmayan bir geleceğe sürüklenmenin doğru olmayacağı görüsündeyiz.
GEREKÇE 5 : Elektrik kaçaklarını büyük ölçüde azaltmamız gerekir.
YANIT 5 : Türkiye’deki, elektrik enerjisi kullanımının yıllık artış miktarı, ortalama %8 ile %11 olarak gerçekleşmektedir. 1999 yılı içinde yasadığımız iki büyük deprem faciasına rağmen yıllık elektrik enerjisi kullanımı ayni yıl içinde yaklaşık olarak %6 artmıştır. Toplam kurulu gücü 23000 MW düzeyinde olan Türkiye’nin bu artış miktarını karşılayabilmesi için bu yıl kurulu gücüne en azından 1800 MW’lik bir kapasite eklemesi gerekmektedir. Gelecek yıl bu sayı, 2000 MW’e, daha sonraki yıl 2150 MW’e, daha sonraki yıl ise 2300 MW’e ulaşacaktır. Önümüzde görünen bu açığın, elektrik dağıtımındaki kayıpları azaltmak ile karşılamayı düşünmek hayalcilikten öteye geçmeyecektir. Ülkemizdeki kayıp kaçak oranları bazı illerimizde, Avrupa standartları düzeyinde iken (yaklaşık %10), bazı illerimizde %60 dolaylarında olması, bu kayıpların, iletim hatlarının eski ve yetersiz olması nedeni ile olmadığını, bunların asil nedenin kaçak kullanım olduğunu göstermektedir. Ülkemizde otoyol, şehir içi gibi aydınlatmalar, ücretsiz olduğu için bunlarda, hesaplamalarda kayıp olarak görünmektedirler. Elektrik dağıtımında çalışan kamu ve özel kuruluşlar daha etkin bir denetim mekanizması kurabilir ve isletebilirlerse, bu sorununun büyük ölçüde çözüleceği görüsündeyiz.
Ancak, hükümetin, Nükleer Santral ihalesini, “elektrik enerjisi gereksinmesi yoktur, kayıp-kaçak oranlarını düşürerek gerekli enerjiyi sağlayacağız” seklindeki açıklamalarına rağmen, sadece %8 gibi çok düşük bir verimde çalışan, ve enerji üretim maliyeti oldukça yüksek olan rüzgar santrali yapımını destekleyeceğini açıklaması ise, zaten yetersiz olan ülkemiz kaynaklarının, bazılarına peşkeş çekileceği endişesi yaratmaktadır.
GEREKÇE 6 : Elektrik enerjisinin israfını önlememiz gerekir.
YANIT 6 : Kişi basına elektrik enerjisi kullanımı, dünya ortalaması 2500 KWh’ken Türkiye’de bu sayı ancak 1900 KWh düzeyindedir. Yunanistan, Bulgaristan gibi komşularımızda bu sayı ülkemizdekinin yaklaşık iki kati dolayında, ABD, Kanada, Norveç gibi ülkelerde ise 8-10 kati arasındadır. Yukarıda verilen sayılardan da anlaşılacağı üzere Türkiye enerji fakiri bir ülkedir ve olmayan bir şeyin de tasarrufunu yapmak çok güçtür!
GEREKÇE 7 : Nükleer enerjiyi içime sindiremedim.
YANIT 7 : Sayın Başbakan, nükleer teknoloji konusunda hem yurt içinde hem de yurt dışında eğitim görmüş, bu konunun uzmanlarının görüşlerini bir yana bırakarak, “içine sindiremediği” için bu ihaleyi iptal ediyor ve dahası ülkeye yüksek teknoloji girişini engelliyorsa, ona ancak, ülkemizdeki bu konuda lisans eğitimi veren tek kuruluş olan Hacettepe Üniversitesi Nükleer Enerji Mühendisliği Bölümünü kapatmasını öneririz. Çünkü, uluslararası standarda nükleer mühendis yetiştiren bu bölümün mezunları, ülkelerinde uygun çalışma ortamı bulamadıkları için yurtdışına gitmektedirler. Ülkemizin yetiştirdiği bu değerler, basta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkeler tarafından çalıştırılmaktadırlar.
SONUÇ
Türkiye'nin nükleer enerjiden yararlanarak elektrik üreten santral kurması konusu Devlet Planlama Teşkilatı'nın her Beş Yıllık Planı’nda yer almıştır. Buna dayanarak Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) Akkuyu Nükleer Santral sahasının etütleri ve düzenlenmesi için bugüne kadar yüzlerce milyar lira para harcamıştır. 1992 sonu ya da 1993 başında Başbakan Sayın Süleyman Demirel'in başkanlığında toplanan Bilim Ve Teknoloji Yüksek Kurulu nükleer enerjiye geçmeyi Türkiye'nin öncelikli 4 sorunundan biri olarak kararlaştırmıştır. 1994 bütçe görüşmelerinde Türkiye'nin nükleer enerjiye geçmesi partiler arası bir konsensüs gerçekleştirmiş, TEK'e Akkuyu Nükleer Santrali için ihaleye çıkması izni verilmiştir. O zamandan sayın Ecevit'in bugünkü koalisyon hükümetine kadar 6 hükümet bu projeye destek vermiştir. Şimdiki koalisyonun protokolünde da bu konu üç partinin bu konuda ortak siyasi iradesini vurgulayan bir madde olarak yer almıştır. 2 Aralık 1999 tarihinde sayın Başbakan'ın huzurunda, sayın bakanlar: Devlet Bahçeli, Hüsamettin Özkan, Cumhur Ersümer, Enis Öksüz, Safter Gaydalı ile sayın Mesut Yılmaz, TAEK Başkanı, Hazine Müsteşarı, Devlet Su İşleri Genel Müdürü, TEAŞ Genel Müdürü, TEAŞ Genel Müdür Yardımcısı, TEAŞ Genel Müdür Danışmanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü Prof. Dr. Ahmet Bayülken, Prof. Dr. Tolga Yarman, Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar ve ayrıca 19 kadar üst bürokratın katılımıyla yapılmış olan aydınlatma toplantısı sonunda sayın Başbakan, hükümet ortaklarıyla yaptığı 1 saatlik bir fikir alış-verisinden sonra, kendisinin ve Hükümet'in Akkuyu Nükleer Santral projesi konusunda tatmin olmuş olduğunu (yani sayın Başbakan'ın bu projeyi "içine sindirmiş olduğunu") ve bu projeyi Hükümet olarak desteklediklerini Medya'ya resmen açıklamıştır.
Acaba bundan sonra ne oldu da Hükümet sayın Başbakan'ın ağzından bir sürü sudan sebep ileri sürerek Akkuyu Nükleer Santral projesinden birdenbire vaz geçti?
İngiliz The Economist dergisinin 24 Haziran 2000 tarihli sayısında yayınlanmış olan Harvard Üniversitesi Uluslararası Kalkınma Merkezi Direktörü Prof. Dr. Jeffrey Sachs'in bir incelemesinde Dünya üçe ayrılmış bulunmaktadır. Teknoloji üreten ülkeler, Teknolojiyi kullanan ülkeler ve Teknoloji üretemeyen ve kullanamayan ülkeler. Bu sınıflandırmada Türkiye Teknoloji Üretemeyen ve Kullanamayan Ülke konumunda gösterilmiştir.
Bunun utancı Türk Bilim Adamları'na değil kendi uzmanlarına güvenmeyen devlet adamlarınadır .
Sayın Başbakanın nükleer enerjiyi içine sindiremediği gibi Nükleer Mühendisler Derneği de Hükümet'in Akkuyu Nükleer Santral ihalesini iptal kararını içine sindirememiştir. Bu konuda bunca yetişkin insanin emeği, Devlet'in bunca parası, nükleer mühendislerin bunca ümidi bir anda yok olmuş gitmiştir. 26 Temmuz 2000 akşamı bazı televizyon kanalları TEAŞ Nükleer Santraller Dairesi'nin de kapatılacağını ilan ettiler. 1983-1986 arasındaki girişimden sonra da bu daire kapatılmış ve bu konuda dünya da çok az olan yetişmiş insan gücü kaybedilmişti.. Eğer bu söylentiler gerçek ise bu durum ikinci kez tekrarlanacaktır .
Bundan sonra Türkiye’nin, nükleer enerjiye geçisi daha zor olacaktır. Çünkü Türkiye Hükümetleri nükleer santral yapımcıları ve uluslararası kredi kuruluşları nezdinde güvenilirliklerini kaybetmişlerdir.
Sayın Başbakan'ın Akkuyu Nükleer Santral ihalesinden Hükümetin niçin vaz geçmiş olduğuna ilişkin ileri sürmüş olduğu nedenlerin ne yazık ki hiçbirinin gerçek ve mantıksal bir dayanağı yoktur. Bunların hepsi de gerçek ile örtüşmeyen bahanelerdir. Sayın Başbakan bu bahanelerle gizlemek istediği asil nedenleri Türk kamuoyuna açıklamalıdır.
Türk kamuoyuna saygılarımızla.
Nükleer Mühendisler Derneği
DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGELERİ’NDE TERÖRÜN
NEDEN VE SONUÇLARI
Mustafa Aksoy
Marmara Üniversitesi ve Kırgızistan-Türkiye
Manas Üniversitesi Öğretim Üyesi-Sosyolog
Giriş
Türkiye’de kırsal kesimden kente yönelik bilinen nedenlerle olan göçlere, 1980 yılı sonrası (özellikle 1984 yılından itibaren) Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde yasayan insanlarımızın can ve mal emniyetini tehdit eden bölücü örgütün teröründen kaynaklanan göçler eklenmiştir.
Ekonomik zorluklardan ya da kentin çekici yanlarından dolayı kırdan kente yönelik göçlerde var olan “umut”, “mutlu yarınlar” ve ailenin geride kalan bireyleri, dolayısıyla memleketle süre giden canlı ilişkiler, terör nedeniyle yaşanan göçlerde yerini umutsuzluğa,yarınların belirsizliğine ve memleketle temasların kesilmesine bırakmıştır. Top yekun, köyün, mezranın boşaltılması seklinde cereyan eden bu göçlerle ailelerin sosyal ve ekonomik düzenlerinin temeli olan topraklarıyla, is ve üretim kaynaklarıyla temasları büyük ölçüde kesilmiştir.
Oluşan bu yeni “tür” göç dalgasıyla birlikte, bir yandan göç veren şehirlerin, bir yandan da ve ağırlıklı olarak göç alan şehirlerin günlük hayat akısında bir çok alanda komplikasyonlar doğmuş; bu komplikasyonların kimi zaman kasıtlı olarak, abartılan veya tahrif edilen noktaları oluşmuştur.
En basta göçün yoğunluğu ve yönü üzerinde kamusal makamların bile uzlaşamadığı tartışmalar yaşanmıştır. Aslında genel hatlarıyla bilinmesine rağmen politikacıların ve yerel yöneticilerin pragmatik tavırları, yaşanan göçün yoğunluğu üzerinde kamuoyunun kafasını karıştırıcı rakamlar hem insanların dilinde, hem medyada sik sik tekrarlanmış; Türk kamuoyu da uluslararası camia da bu abartılı ve birbirini tutmayan göç yoğunluğuna ilişkin rakamlar karşısında ürpermiştir.
Kafaların bu kadar karıştığı bir ortamda Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nden 1980 sonrası yaşanan göç olaylarının;
a ) Nedenlerini,
b ) Göçün yöneldiği yerler açısından göç edenlerin tercihlerinin oluşmasını,
c ) Göç veren yerleşim yerlerinin sosyo-ekonomik örgülerinde meydana gelen değişmeleri,
d ) Göçün yöneldiği bölge içi yerleşim yerlerinin sosyo-ekonomik örgüsünde ve kentsel dokusunda meydan gelen değişmeleri,
e ) Göçün yöneldiği bölge dışı yerleşim yerlerinin (Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri dışında) sosyo-ekonomik örgülerinde ve kentsel dokularında meydana gelen değişmeleri,
f ) Göç edenlerin yeni yerleşim yerlerinde karşı karşıya kaldıkları sorunlar; göç ettikleri yerleşim yerlerine uyumları, sosyal, kültürel ve siyasi kanaatlerini,
g ) Özellikle terör nedeniyle göç edenlerin topluma, devlete (asayiş ve güvenlik güçlerine, kamu yönetimine, yargıya ve sonuçta sisteme) yönelik kanaatlerini,
h ) Göçün yöneldiği yerleşim yerlerinin eski sakinlerinin yeni komşularına ilişkin kanaatlerini,
i ) Terör nedeniyle göç eden ve/veya göç etme potansiyeline sahip olan insanların göç ettikleri bölgelerde, karşı karşıya kaldıkları sorunlar dolayısıyla bizzat insan kaynağı olarak terörü besleyen süreç içerisinde yer alıp almadıkları,
i ) Bölgede Doğurganlık düzeyinin çok yüksek olduğu gerçeğinden hareketle, bu durumun bilinen nedenlerinin dışında başka nedenlerinin de bulunup bulunmadığının tespitini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmek bir zaruret halini almıştır.
Bu amaçlarla, gerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde göçe konu olan ve Bati bölgelerinde göç alan illerde “Basbakanlik Aile Araştırma Kurumu ”nca “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde Terörden Kaynaklanan Nedenlerle Yaşanan Göçlerin Aile Yapısına Etkileri ” konulu araştırma kapsamında bir taraftan derinlemesine mülakatlar yapılarak, diğer taraftan soru formu uygulamasına gidilerek, vatandaşlarla, yerel-idari ve güvenlik mensuplarıyla yapılan görüşmelerle “bulgular” elde edilmiştir. Bu makalede ise sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da elde edilen bulgular yorumlanmıştır.
Doğu ve Güneydoğu’dan Göç Edenlerle Yapılan Görüşme Bulguları:
1. Terör ve Göç Olayları
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kırsal kesiminden Türkiye’nin Bati bölgelerine ya da bölgenin büyük merkezlerine göç hareketinde artış, özellikle PKK terörüyle paralellik göstermektedir. 1983 yılından önce %7 olan terörden kaynaklanan göç olayı 1983-1990 yılları arasında %64.5’e; 1991 ’de %83.8’e; 1992 ’de %81.4’e; 1993 ’de %83.4’e çıkmaktadır. 1994 yılından itibaren güvenlik güçlerinin etkisiyle terörle ilgili göç olayları % 62.7’ye; 1995 yılında %51.2’ye; 1996 yılında %41.6’ya; 1997 yılında %28’e düşmüştür. Ayrıca 1994 ’ten itibaren bölgedeki göç olayı yavaşlamıştır. Bu sonuçta güvenliğin bir ölçüde sağlanması etkili olduğu gibi göç potansiyeline sahip nüfusun azalması da etkili olmuş olabilir.
2. Göç Veren İller
Bugün yaşanılan göç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun terörün hedefi haline gelen köy ve mezralarından, yani kırsal kesimden, bölgedeki ya da dışındaki şehir merkezlerine doğru cereyan eden bir olaydır.
Göç veren iller sıralamasında Diyarbakır (Merkez, Hazro, Bismil, Kulp, Dicle, Hani, Lice, Çınar, Silvan) %19.5 ile ilk sırayı almaktadır. Daha sonra sırayla Siirt (Eruh, Pervari, Şirvan) %10.8, Mardin (Merkez, Midyat, Derik, Savur, Mazıdağı, Ömerli, Nusaybin, Yeşilli) %9.5; Tunceli (Merkez, Pülümür, Pertek, Çemişkezek, Hozat) %8.9; Hakkari (Merkez, Şemdinli, Çukurca, Yüksekova) %6.2; Şirnak (Merkez) %5.4; Muş (Merkez Varto, Bulanık) %4.0; Van (Merkez, Özalp, Gürpınar, Bahçesaray) %4.0; Ağrı (Merkez, Eleşkirt, Hamur, Patnos) %3.7; Bitlis (Merkez, Mutki) %3.1; Bingöl (Kigi, Solhan) %2.8; Batman (Merkez, Sason, Gercüş) %2.7; Kars (Digor, Arpaçay) %1.7; Erzincan (Merkez) % 0.9 ve Şanlıurfa (Siverek) %0.5 illeri gelmektedir.
3. Göç Alan İller
Köy ve mezra gibi kırsal kesimden kaynaklanan göç olaylarında göç eden kesimin öncelikli olarak kendi bölgesindeki büyük yerleşim merkezlerine yöneldikleri görülmektedir. Bu türden göç olaylarına göç eden kesimin büyük çoğunluğunun yakını kendi bölgelerindeki şehir merkezlerinde, diğerlerinin ise Akdeniz bölgesi veya Bati Anadolu’da ikamet ettikleri için bu illeri tercih ettikleri görülmektedir. Kendi yörelerinden göç alan iller arasında ilk beş sıra Diyarbakır (%14.71), Siirt (%7.34), Batman (%6.07), Mardin (%5.48) olarak tespit edilmektedir. Göç eden kesimin kendi yöreleri dışında tercih ettikleri iller ise, ilk beş sıra Adana (%7.08), Antalya (%5.0), İçel (%4.65), İzmir (%4.04), Manisa (%3.64) seklinde sıralanmaktadır.
4. Göç Olayının Sebep Ve Sonuçları
Doğu ve Güneydoğu Anadolu verilerine göre göç olayının sebepleri olarak görüşülenlerin %44.5’i örgütü; %28.5’i Devletin görevini yapamaması % 12.5 köy korucularının baskı; %0.2’si hem örgütü, hem de devleti saymaktadırlar. Dolayısıyla güvenlik güçleri ile terör örgütü arasındaki mücadele bölgeden göç etmek zorunda kalan insanların %85.7 sini etkilemiş görünmektedir. Göçün ikinci önemli sebebi olarak ekonomik şartların bozulması (%7.5) ve issizlik (%4.2) gösterilmektedir. Kan davası (1.6), ağa baskısı (%0.1) vb. gibi diğer sosyal yapıdan kaynaklanan sebepler %0.5 gibi oldukça düşük bir seviyededir.
Doğu’dan Batı’ya yapılan göç olayının ana sebebi bölgedeki terör olup, normal göç sebeplerinden kabul edilen ekonomik dengesizlik ve buna bağlı issizlik olayı ise %11.7 oranını göstermektedir. Ekonomik şartlarının bozulması ve issizlik oranlarına %11.7 olmasının en önemli sebebi halkın kendilerini kırsal kesim şartlarına göre değerlendirmelerindendir. Çünkü “Buraya göç etmeden önceki ekonomik imkanlarınızla şimdiki durumunuzun mukayesesi yapar misiniz?” sorusuna, görüşülenlerin % 30.5’i ekonomik durumum bozuldu demiştir. Oranların farklılıklarını bir de kırsal kesimdeki gizli issizlik etkilemektedir. Mesela kırsal kesimde beş kişilik bir ailede bir kişinin yapabileceği isi bütün aile yaptığı için bireyler kendilerini issiz olarak görmemektedirler.
Aile fertlerinin tamamının göçüp göçmediği sorulduğunda, ailenin tamamının göçtüğünü söyleyenlerin oranı %96.7dir. Aile fertlerinin tamamının göç etmediğini söyleyenlerin oranı %3.3 dür. Bu nedenle bölgedeki göç olgusu, büyük oranda aile fertlerinin tamamının katıldığı bir olay olarak algılanabilir.
Göç edilen bölgelerden, “Köyünüzün hepsi mi yoksa bir kısmi mi göç etti ?” Seklindeki soruya “köyün tamamı göç etti” diyenlerin oranı %78.3 “kismen” diyenlerin oranı ise %21.1’dir. Dolayısıyla bölgelerden göçün büyük çapta bir yer değişimi olayı olduğu görülmektedir. Bu ise kırsal kesimin (köy ve mezraların) tamamına yakının boşalması, göç alan yerlerin ise kapasitesinin üzerinde yeni hemşeriler kazanması demektir. Diğer yandan ayni köye mensup kişilerin %64 oranında ayni şehir merkezine yöneldikleri görülmektedir. Bu husus ayni aileye mensup fertlerin %57.4 oranında ayni şehre yerleşmesi hadisesi ile de paralellik göstermektedir. Bu şekildeki göç olayının göç alan bölge sakinleri ile göçmenler arasındaki uyum ve bütünleşmeyi olumsuz yönde etkileyeceği ve bir takım sorunların ortaya çıkaracağı açıktır.
Köyde kalanların göç etmemelerinin sebebi: “Bilmiyorum” (%9.2), “kalanlarin yaslı olusu” (%7.9), “ekonomik varlıklarının iyi olduğu” (%0.2), “üzerinde herhangi bir baskının olmadığı” %0.4 “cevapsizlar” ise % 73.3 seklindedir.
Göç edilen yerin tercihi konusunda görüşülenlerin %23.5’i daha önce akrabalarının yerleştikleri yer olmasını, %20.4’ü is, eğitim, sağlık ve sosyal imkânların mevcudiyetini, %19.0’u bölgeyi tanımalarını, %13.4’ü geçim şartlarının elverişli olmasını, %11.6’si memleketlerine yakın olmasını gerekçe olarak göstermişlerdir.
Göç eden halkın köyleri ile ilişkileri : Hakkındaki soruya görüşülenlerin %7.9’u cevap vermezken, köyü ziyaret (%43.6), köyde kalanların onları ziyareti (%17.2), telefonla (%9.9), mektupla (%1.3) seklinde ilişkilerin devam ettiğini vurgulayanların oranı %72’ye ulaşmaktadır. İlişkilerini tamamen koparanlar ise % 20.1 nispetindedir. Ancak köye dönme konusunda “köyünüze geri dönmek istiyor musunuz ?” Sorusuna, insanların %39.1’i evet cevabi verirken, %59.3’ü hayır cevabini vermişlerdir. Hayır cevabi verenlere “göç etme sebepleriniz ortadan kalkarsa köyünüze döner misiniz?” Sorusu sorulduğunda hayır diyenlerin oranı %41.3, kararsızların oranı %16.4, evet diyenlerin oranı %1.8, cevapsızlar ise %40.5’dir. “Neden köyünüze dönmeyi düşünmüyorsunuz ?” Sorusuna, ”burada düzenimizi kurduk” %24.3, “iyi bir isim var” %12.8, “köyümüzde güvenlik yok” %10.5, “maddî gücüm yok” %0.2 olmak üzere insanlar “hayir” cevaplarına açıklık getirmeye çalışmışlardır. Diğer yandan “imkâniniz olsa nerede yasamak istersiniz?” Sorusuna, köyümde, memleketimde diyenlerin oranı %35.9 bulmaktadır. Bu veriler ışığında göç edenlerin çoğunluğunun geri dönüsü düşünmediği ortaya çıkmaktadır.
OHAL Bölge Valiliği ’nin TBMM Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden Göç ve Nedenlerini Araştırma Komisyonu’na verdiği bilgiye göre, bölgede 1992-1994 yılları arasında 820’si köy olmak üzere, toplam 3 bin 165 yerleşim birimi boşaltıldığı, daha sonra buralarda yasayan 387 bin kişinin iskanına yönelik projeler çerçevesinde değişik merkezlere 5536 konut yapıldığını , konut ihtiyacının karşılanması için Diyarbakır’da 2 bin 800 konutluk bir proje daha yürütüldüğü, son dönemlerde çeşitli nedenlerden dolayı şehirlerde yasamayan ve eski yerlerine dönmek isteyen 140 köy, 227 mezranın başvuruda bulunduğu, bu köylerden 101’ine, mezralardan ise 99’una olumlu cevap verildiği, böylece 22 bin 992 vatandaş eski yasadıkları yerlere döndükleri, bunların dışında 46 bin 692 kisi daha köylerine dönmek için başvuruda bulunduğu, ancak OHAL Bölge Valiliği bunlardan 19 bin 191’ine dönüş için izin verdiği bildirilmiştir.
5. Göç Öncesi Hayat Standardı
Göç eden ailelerin meslek gruplarına bakıldığında %47.8’inin çiftçi, %47.2’sinin hayvan yetiştiricisi, %5.3’ünün arıcı; %0.8’inin isçi; %2.2’sinin çoban, %0.3’ünün esnaf olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla göç edenlerin tamamına yakını kendini bir is sahibi addederken, issiz olduğunu beyan edenlerin oranı ancak %0.1 civarındadır. Bu verileri “köydeki hayat standartlarına” verilen cevaplar da doğrulamaktadır. Çünkü görüşülenlerin %0.74i ekonomik durumlarının çok iyi, %40.3’ü iyi olduğunu söylerken, %53.6’si normal olduğun beyan etmişlerdir. Böylece hayat seviyesi normal ve üstü olanların oranı %96.4’tür. Ekonomik durumlarının yetersizliğini beyan edenler ise, %3.6’dir. Ancak şehirde %30.5’i ekonomik durumlarının bozulduğunu ve geçim sıkıntısı çektiklerini beyan etmişlerdir.
Bu bölümle ilgili verilen cevaplar sonucunda, insanların Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan göç etmeden önceki ya da sonraki ekonomik hayatlarının çok iyi olduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. Köylerinde kurulu bir düzenleri olduğu, şehirde ortaya çıkan ihtiyaçların henüz bilinmediği, üretebildikleri kadar tükettikleri bir köy ortamından, genellikle tüketici oldukları ve ihtiyaçların üretimden fazla olduğu şehir ortamına gelindiğinde, daha fazla üretseler de etraflarındaki insanlara bakarak kendilerini daha yoksul hissettiklerinden bu çelişki ortaya çıkmaktadır.
6. Göç Edilen Yerlerdeki Hayat Standardı
Müstakil ev %56.0 ve gecekonduda yasayanların %25.3’dir. Kerpiç dam, %3.0; baraka %0.2 ve çadır %0.4 gibi sağlıksız koşullarda yasayanların oranı oldukça düşüktür. Toplam olarak %3.6 dir. Apartman dairesi gibi normal meskenlerde ikâmet edenlerin oranı %12.3’lerde kalmaktadır. Cevapsızların oranı ise % 2.9’dur.
Konutların büyük çoğunlu 2 oda+1 salondan oluşmaktadır; bunların oranı %52.9. Yine % 36.2’lik oranda da 3 oda+1 salon bulunmakta olup, bu konutların hepsinde elektrik ve su bağlantısı bulunmaktadır. Ne var ki, göç edenlerle yapılan mülakat verilerine göre, elektrik ve su bağlantılarının önemli ölçüde yasal olmayan yollarla gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
Beyaz eşya olarak nitelendirilen televizyona oranı %77.9; buzdolabı oranı % 76.7 müzik seti oranı %65.4. Çamaşır makinesi oranı %37.1, bulaşık makinesi oranı ise %3.6’ya kadar düşmektedir. Otomobili olanlar ise %8.7 oranındadır. Traktör oranı ise %2.3’tür.
Geçiminizi ne is yaparak temin ediyorsunuz sorusuna; küçük orta ticaret diyenler %22.0; özel sektörde isçi %13.7; hayvancılık %19.8; tarım %11.9; amele %2.9; seyyar satıcı %4.7 olarak cevap verilmiştir. Bu soruya cevap verenlerin %4.5’i issiz olduklarını beyan etmişler %9.91’i de soruyu cevapsız bırakmıştır. Görüldüğü gibi göç edenlerin önemli bir kısmını küçük orta ticaret ve özel sektörde isçilik yapanlar oluşturmaktadır. Hayvancılık ve çiftçilik yaparak geçimlerini sağlayanların oranı ise % 24.7’dir. Şehirde nüfusun 1/4’ünün tarımla geçinmeleri anlamlıdır. Özellikle şehirde hayvancılık yapılması şehirlerin köyleştiğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
7. Uyum
Göç edenlerin yeni yerleşim yerlerindeki konumu ile ilgili şikayetleri dikkate alındığında insanların %17.5’i soruları cevaplamazken, her bakımdan rahat bir ortama kavuştuklarını söyleyenlerin oranı %6.4’te kalmaktadır. Göç edilen yerdeki konumları ile ilgili olarak %45.0 şehre uyum sağlayamadıklarını belirtmişlerdir. Göç edenlerin %21.5’i issizlik, %5.9’u konut, %0.4’ü hayat pahalılığı, %0.1’i ise anlaşamamaktan doğan dil problemini dile getirmişlerdir.
“Devletin sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyor musunuz?” Soruna insanların %98.8’li olumlu cevap verirken %1.2’si olumsuz cevap vermiştir. Olumsuz cevap verenler de “neden?” sorusuna %81’lik bir kesim sigortasız olduklarını; %2.7’si de yeşil kart sahibi olmadıklarını, %4.1’i başvurmadıklarını; %7.1’i ise başvurduğu halde ilgilenilmediğini belirtmişlerdir.
Göç edilen yerdeki ekonomik imkânlarla, daha önceki ekonomik imkânların mukayesesinde durumlarında bir değişiklik bulunmayanların oranı %53.8; is buldum çalışıyorum diyenlerin oranı ise, %14.4’e ulaşmaktadır. Ekonomik durumlarının bozulduğunu söyleyenlerin oranı %30.5 civarındadır.
Yeni yerleşim yerinde geleceğe dönük yeni ve mutlu bir hayat beklentisi ile ilgili olarak insanların %36.2 iyimser, %9.6 kötümser bir tablo çizerken, ümit var olanların oranı %53.8’e ulaşmaktadır. Ayni şekilde göç ile birlikte karşı karşıya kalınan bir takım olumsuzluklardan uzaklaşabildiklerine inananların oranı da %38.9’a ulaşırken, inanmayanların oranı %2.5, kısmen diyenler %52.3 oranındadır. Böylece yeni yerleşim yerlerinden iyimser olan insanların oranının ortalaması %97.5’lerde görülmektedir.
8. Aile
Hane nüfusunu dikkate alınarak yapılan çalışmada çekirdek aile oranı %54.8 olup, ailenizde kimler vardır sorusuna, %26.3 oranında herhangi bir cevap verilmemiştir. Çekirdek aile dışında (büyük baba, büyük anne, gelini, kardeşi) olmak üzere birlikte yaşanılan geniş aile tipleri de vardır. Bunların toplamı oranı, %18.9’dur.
Ailelerdeki çocuk oranları şöyledir. Çocuk sayısı 4 (%7); 5 (%13); 6 (%22.3); 7 (%25.8), 8(%10.2) ; 9(%11.5) ; 10 (%4.8) Bu rakamlar bölgede Doğurganlık olayının oldukça yüksek olduğunu göstermektedir. Çünkü bölgede 4 ve daha fazla çocukları olanların oranı %97.6’dir.
İkiden beşe kadar erkek çocuk sahibi olanların oranı oldukça yüksektir. 1 erkek çocuk (%1.4), 2 erkek çocuk (%11.8); 3 erkek çocuk (%24.1); 4 erkek çocuk (%35.5), 5 erkek çocuk (25.8); 6 ve üzeri erkek çocuk sahibi olanların oranı %1’in altındadır. Ayni şekilde ikiden beşe kadar kız çocuk sahibi olma oran da yüksektir:1 kız çocuğu (5.5), 2 kız çocuğu (%29.8),3 kız çocuğu (26.6), 4 kız çocuğu (20.0), 5 kız çocuğu (%2.6) dir. 6 ve üzeri kız evlat sahibi olanların oranı da erkekler gibi oldukça düşüktür.
Şimdiki akliniz olsaydı bu kadar çocuk yapar miydiniz? Sorusuna cevap verenlerden daha az çocuk sahibi olma eğilimi gösterenlerin oranı %15.8’de kalırken, gene bu kadar çocuk yapacakların oranı %54, bilmiyorum diyenlerin oranı %27.9’dur. Daha az çocuk sahibi olmanın gereği olarak da geçim sıkıntısı (%59.7), hayat şartları (%25.8), daha iyi yetiştirmek (%7.3) gösterilmiştir. Bu rakamlar bölge insaninin çok çocuk yapma eğilimini göstermektedir.
Göç edilen yerde çocuk sahibi olanların oranı da 1, (%27.0); 2 (%24.6); 3; (%17.5) olarak oldukça yüksektir. Ancak hiç çocuk sahibi olmayanların oranı %21 kadar olsa da şehre göçle birlikte çocuk sayısının düşmesi dikkat çekmektedir.
9. Kültürel Kimlik
Anadiliniz nedir sorusuna Kurmanca %60.1; Zazaca %23.1; Türkçe %5.3; Arapça %7.2; Dersimce %3.8 seklinde cevap verilmiştir.
Evde en çok konuşulan dil : %50.5 Kurmanca, %33.2; Türkçe; %12.8 Zazaca; %2.3 Arapça seklinde bir sıralama görülmektedir. İnsanların %40.3’ü ailelerinde Türkçe bilmeyen bulunmadığını vurgularken, ailede Türkçe bilmeyenlerin büyük çoğunluğunu da kadınlar ve yaslılar oluşturmaktadır.
Etnik köken olarak kendilerini “Kürt ” olarak niteleyenler %28.9, kendilerine “Kurmanc ” diyenler %29.1, “Zaza ” diyenler %9.7, “Arap ” diyenler %3.5 oranındadır. Kendisi “Türk ” olarak hissedenlerin oranı %19.8 olup, “Azeri ” olarak nitelendirilenlerle (0.6) bu oran 20.4’dür.
Ana dil ve etnik köken konusunda alınan cevaplar bölgede yaratılmak istenen “Kürt Kimliği” konusuna enteresan bir boyut getirmektedir. Etnik kimliğin belirlenmesinde ana dil, grubun kendini ne şekilde hissettiği hususu, yaşanılan coğrafya hatta din ve buna bağlı mezhep ve tarikatlar da zaman zaman bir ölçü olarak ele alınmaktadır.
Bu çalışmanın ortaya koyduğu en önemli husus, ana dilinin Arapça, Zazaca, Kurmanca ve Dersimce olduğunu ifade eden önemli bir kesimin, köken olarak kendilerini Türk kabul etmelerini ortaya kaymasıdır. Diğer yandan Kurmanca bölgede konuşulan bir diyalekt olmasına rağmen %29.1’lik bir kesimin “Kurmanci” teriminin etnik kökenlerini de ifade ettiğini kabul etmiş olmalarıdır.
Ana dil ve etnik köken konusunda kendisini “Kürt” ve “Kurmanç” olarak kabul eden kesimde göç sebebiyle ilgili olarak devlet aleyhtarı (devlet baskısı, korucu baskısı) bir tutum benimsenmiştir. Ancak Zazalar’da bu oran Türk, Arap, Azeri unsurlara göre yüksek olmasına rağmen, kendisini Kürt kabul edenlere ve Kurmançlar’a göre oldukça düşüktür. Kendisini Kürt kabul edenlerde göç sebebi olarak örgüt baskısını dile getirme oranı çok düşükken; Kurmanç ve Zazalar’da bu oran Türklere yakındır. Kurmançlar temel göç sebebi olarak örgüt ve devlete ayni oranlarda yer vermişlerdir.
Bu sonuç ister istemez “Kürt Kimliği ” konusu ile terör arasındaki paralelliği açıkça ortaya koymaktadır.
10. eğitim
Göç eden insanların eğitim seviyesi oldukça düşüktür. Üniversite tahsili %0.2, lise tahsili %0.3, ortaokul tahsili %2.5’lere kadar inerken, ilkokul tahsil görenler %35.3’e, okur-yazar olmayanların oranı ise %50.8’lere çıkmaktadır. Bu tespitler göç öncesi yerleşim yerlerindeki mevcut okullaşma oranı ile paralellik arz etmekte, yerleşim yerlerinde ilkokul oranı %83.3’lerde seyrederken; ortaokul %3.3, lise %1.7 oranındadır.
Aile reislerinin %55.9’u okur yazar değildir. İlkokulu bitirenlerin oranı ise %31.3; okur yazar olanlar ise %9.1’dir. Bu nokta ister istemez çocukların eğitimini de etkilemektedir. Çocuklarının okumasını isteyenlerin oranı %29.2’lerde kalırken, bunu ekonomik gücüne bağlayanlar %22.8 civarındadır. “Okusalar da okumasalar da fark etmez” diyenler ise %18.6, “okumak yerine bir iste çalışsınlar” diyenler %7.5 seklindedir. kız çocukların eğitimi ile ilgili “gelenek ve göreneklere aykırı (%14.3), ”günah” (%1.6), “evlenip ayrılacak kızı neden okutayım”(%0.4), “kız-erkek ayni sınıfta okumalarını sakıncalı bulanlar” (%0.5), seklinde gerekçeler öne sürülmüştür. Bu soruya ise halkın %80.2’si cevap vermemiştir.
Bu sonuçlar Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin bir bütün olarak değerlendirilmesinde ortaya çıkan yüzdeye yakındır. 1987 yılı baz alındığında bölgede okuma-yazma bilmeyenlerin oranı %43 olarak tespit edilmişti. Bu çalışmada ise okuma-yazma bilmeyenlerin oranı %50.8; çocuklarının okumaları konusunda kayıtsız kalanların oranı da %45.9’dur. Ayrıca terör sebebi ile büyük oranda okulların kapalı kalması, öğretmen açığı, gençleri sosyal ve sportif yönden meşgul edecek tesislerin yetersizliği bölgedeki eğitimi olumsuz etkilemektedir.
Eğitim-ögretim meselesinde özellikle kız çocuklarının eğitimi dikkate alınarak, meslekî teknik okulların ağırlıklı olarak faaliyete geçirilmesi, gençlerin babadan görme tarım ve hayvancılığın dışında bir meslek sahibi olmalarını sağlayacaktır. Bölgedeki yetersiz köy ve kasaba okulları yerine belli bir plân dahilinde yatılı bölge okullarının yaygınlaştırılması gerekmektedir.
11. Siyasi Tercih
En beğendiğiniz 3 lider hangisi seklinde sorulan soruya halkın %83.8’i tarafından cevapsız bırakılmıştır. Yani insanların büyükçe bir bölümü, siyasî tercih konusuna açıklık getirecek bu soruya cevap vermekten kaçınmışlardır.
12. Dine Bakış
Bölge insanin dine bakisi genelde Türkiye’de her bölgeden alınacak cevabin aynisidir. Dini, Allah ile kul arasında bir vicdan meselesi olarak nitelendirenlerin oranı %44.0, dini bir yasam biçimi olarak algılayanların oranı ise %54.6’dir.
13. Devletten Beklentiler
Halkın devletten beklentileri terör ve terörün dayandığı ideolojik istek ve beklentilerden tamamen uzaktır. Mesela devletin sizin için neler yapmasını istersiniz sorusuna halkın %50.6’si is imkanı; %25.9’u can güvenliği ve terörün durdurulmasını; %5.0’i da yerel dilde eğitim istemiştir. eğitim hizmetleri, sağlık hizmetleri, konut ve alt yapı isteyenler %16.8; sosyal haklar isteyenler ise %1.7’dir.
Bu makaleye temel olusturan veriler için “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi ”nde (Ağustos-Eylül,1997’de) Mustafa Aksoy ve Zakir Avşar başkanlığında bir ekip tarafından alan çalışmaları yapılmıştır. Alanda (Elazığ, Tunceli, Diyarbakır, Batman, Mardin, Şırnak, Siirt, Muş, Bitlis, Erzincan, Kars, Ağrı, Iğdır, Van, ve Hakkari’ de) 3093 görüşme formu uygulanmıştır. Ayrıca Mustafa Aksoy tarafından mülki ve idari yetkililer ile halktan bazi kişilerle mülakat ve sohbetler yapılmıştır. (Daha geniş bilgi için bakiniz: Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Terör Nedeniyle Göç Eden Ailelerin Sorunları , Ankara,1998)
KAYNAK:E-COĞRAFYA
www.cografyakulup.tr.gg